Küreselleşmenin doruk noktalarını yaşıyoruz. Ulus devleti, hatta belki fazla ileriye gitmek olacak ama milliyetçilik kavramı artık her zaman olduğundan daha geçirgen. Bunun aksine Amerika’da Trump’ın seçilmesiyle başlayan aşırı sağ ve milliyetçi görüş, Latin Amerika’da Eva Morales ve Maduro, Fransa’da La Pen’in seçilme ihtimalinin korkunç derecede yüksek olması ya da geçtiğimiz sene İtalya’da hükümet kuran Meloni gibi bir sürü örnekle desteklenebileceği gibi tüm dünyaya yayılmış durumda. Belki bu isimler arasında Bolivya ve Venezuela’yı görmek o kadar şaşırtıcı olmayabilir. Kıtanın o kısmında popülist liderlerin yürütmeyi tek başına ele almış olması çok da nadir bir durum değil. Ama yüzünüzü kuzeye döndüğünüzde Trump’ı görmek sizi gerçekten de afallatabilir. Bu insanlara aşırı sağcı demekte bir sorun yok çünkü çoğu kendini öyle tanımlıyor. Öyle ki karşı tarafı hedef göstermekten ya da ötekileştirmekten hiç ama hiç korkmuyorlar.
Peki neye güveniyorlar? Demokrasi, çoğunluğu kazanmakla ilgili. Yani aslında kutuplaştırmak ve bir tarafın çıkarları doğrultusunda politikalar izlemek çok da yanlış bir yol değil. Ama geçen sene İtalya’da, Mussolini’den neredeyse 100 yıl sonra neden tekrar ekstrem sağcı bir lider seçildi? Bugüne kadar bu fikirdeki insanlar neden kabuklarındaydı da hepsi birden şimdi gün yüzüne çıktı?
Aslında her zaman buradalardı. Hiçbir yere gitmemişlerdi. Fikirler, özellikle de bu kadar temelde ayrılan görüşler asla tamamen yok olmazlar. Yani geçtiğimiz 80 yıl içinde faşizm çok aktif olmasa da uyuyan bir volkan gibi patlayacağı günü bekliyordu. Bu görüşün alevlenmesini ve arkasından kitleleri sürükleyebilmesini, gezegenimizde ekonomik sistemin geçirdiği katastrofik değişimler ve beraberinde getirdiği kültürel yıkım tetikledi.
Peki bir dönem kötü bakılan, faşizm dediğimiz hatta belki medeniyet ile hiç ilişkilendirmeyeceğimiz aşırı sağ ve tutucu görüş nasıl oldu da İsveç ve Finlandiya’yı bile etkisi altına aldı? Çok değil, bundan 10 yıl önce dünyada büyük bir göçmen dalgası başladı. Biz sadece kendi ülkemiz bu denli etkilendi sansak da aslında tüm dünya demek belki biraz abartı olacak ama en azından Avrupa nasibini aldı. Düzensiz göçün getirdiği genç işsizliği, evimizdeki yabancılardan dolayı daha çok bağlandığımız milli değerler, uyum sağlayamayan farklı toplulukların arasında çıkan anlaşmazlıklar sonucu artan şiddet, hatta terör olayları popülist liderlerin ekmeğine yağ sürdü demek hiç de yanlış olmaz.
Bu kutuplaşma, ötekileştirme nasıl sonuçlanacak? Demokrasinin en kötü tanımının arkasına sığınan ve ülkeleri böyle yöneten liderlerin rejiminin altında ezilen halkların sonu mu olacak? Birbirinden uzaklaşan toplumlarda bizi bugün bu noktaya getirmiş olan, şiddet nefret ve terör daha çok artmayacak mı? Yıllarca kurulmaya çalışan “dünya insanı” kavramından vaz mı geçeceğiz? Birbirimizin ülkesinde yaşamaktan hatta belki gezmekten mahrum mu kalacağız? Zaman ileriye giderken, yıllar içindeki; insan hakları, eşitlik, özgürlük gibi kazanımları geride bırakacak ve dünyanın dönüşüne karşı mı geleceğiz?
Düşünme, bizi dünya üzerindeki canlı ve cansız diğer tüm varlıklardan ayıran bir etkinlik hâlidir. Dolayısıyla Descartes bu meşhur deyişiyle; bir varlığın gerçekliğini ortaya koyan unsurun düşünme eylemi olduğunu anlatıyor.
Yakın Türk tarihinin en önemli olayları arasında hiç kuşkusuz Kıbrıs Barış Harekâtı yer alıyor. Her askerî harekât gibi birbirinden unutulmaz pek çok olaya sahne olan bu mücadele, adada olduğu kadar denizde de yaşanmıştı. Kara kuvvetlerimiz ve Kıbrıslı mücahitler adada mücadele ederken, donanmamız da Ege ve Akdeniz’de Yunan donanmasıyla mücadele ediyordu.