İnsan Neden Anlatır? Mitler, Masallar ve Hikâyeler
İrem Kayakuş

Hepimiz sosyal varlıklarız ve başkalarıyla etkileşimde olma ihtiyacı duyuyoruz. Duygusal ve sosyal yakınlıklar kurmak için de birbirimizle hikâyelerimizi paylaşıyoruz. Bu yolla kendimizi ifade ediyor, iletişimlerimizi derinleştiriyor, deneyimlerimizi paylaşıyor ve anlamlı bağlar kuruyoruz. 

Peki, varoluşumuzun başından beri hikâyelerimizi paylaşmak bizim için neden bu kadar önemli? Gelin bu sorunun yanıtını birlikte arayalım.

Yapılan arkeolojik ve antropolojik çalışmalar insanlığın milyonlarca yıllık yaşamında dille kurduğu anlamlı ilişkinin izlerini anlamamıza yardımcı oluyor. Neandarthalensis, Homo Sapiens ve Sapiens Sapiens bugün içinde yaşadığımız sosyal, kültürel ve düşünsel yapının kurucuları olarak kabul ediliyorlar. Latince “sapare” kelimesinden gelen bu adlandırma, “bilen, muhakeme yeteneği olan ve akıllı” anlamlarını taşıyor. Diğer canlılara göre oldukça gelişkin bir beyne sahip olan Homo Sapiens’in yüz binlerce yıl içinde çevresiyle kurduğu iletişimi sözel ifadeye dökme çabası içinde olması ve birbiriyle iletişim kurmak için diller geliştirmeye çalışması da elbette kaçınılmaz bir durum.

Dil en temel şekliyle, insanların birbiriyle anlaşmasını sağlayan sözlü olmayan iletişim biçimlerinin yanı sıra, sözcüklerden oluşan ve kendine özgü kuralları olan sözlü iletişim biçimidir. İnsan yaşamı dilin ve anlatının dünyasında değerlendirildiğinde, tüm yaşam deneyimi dil ile algılanan öğrenilen ve aktarılan şeyler olmakta ve yaşamın dil yoluyla kavranışı sayesinde anlamlı bir bağlama yerleşmekte. İster kutsal kitaplarla yazılı biçimde aktarılıyor olsun ister mitler, hikâyeler ve masallar gibi sözel olarak paylaşılsın anlatılar insanlık tarihinde hep çok önemli bir yer tutuyor.

Sosyal Antropoloji ve İnsanın Kökeni, Tarih Öncesinde Dil ve Simgesel Düşüncenin Doğuşu kitaplarının yazarı Antropolog Alan Barnard da “Diller mitler anlatmak için doğdu,” diyor. “Bu yüzden dünyanın bütün dilleri bu karmaşık mitlerin aktarılabileceği kadar komplekstir. Dünyanın hiçbir toplumunda basit bir dilin olmaması işte bunun kanıtıdır.”

Homo Narrans kitabının yazarı İsmail Gezgin ise “Bilme ve kavrama, mantıklı açıklama, kendini inşa ve ikna etme ihtiyacı insanın çaresi olmayan bir hastalığıdır,” diye açıklıyor.

Hangi çağda yaşamış olursa olsun çaresi olmayan bu hastalıktan muzdarip insanın hikâyeler, mitler ve masallar anlatmasındaki amaç kendisi, dünya ve diğer her şey hakkında anlam üretmekten ibaret.

Kelime kökeni Yunanca “mythos”a dayanan mitler kuşaktan kuşağa yayılan, toplumun düş gücü etkisiyle zamanla biçim değiştiren, imgesel, alegorik anlatılardır. Mitler, birbirine benzeyen ya da farklıklar içeren çok sayıda temayı işlemesi yanında hem tarihsel hem de kültürel alanlara vurgu yapması açısından, toplumun ortak değerlerini, duygularını, düşüncelerini, deneyimlerini ve alışkanlıklarını yansıtan, toplumsal bilinçdışının ürünleridirler. Dede Korkut Öyküleri, Gılgamış Destanı gibi örneklerde olduğu gibi, aktarılan hikâyeler bir kişinin başından geçen olaylar, bireysel hikâyeler gibi görünse de temelde toplumsal anlatılardır. 

Genel olarak varoluş öykülerine dayanan mitler, yaşamı inanç ekseninden yorumlar ve insanın çözüm üretemediği yaşamsal problemlere gerçeküstü, tanrısal ve yoğunlukla inanca dayalı yanıtlar üretmeye çalışır. Örnek olarak, Akdeniz Uygarlığı’nın kurucu mitleri incelendiğinde görülüyor ki bu mitleri oluşturan insanların en temel problemi ölümdür ve öldükten sonra gidilecek yerin nasıl bir yer olduğudur.

Bu anlatıların en önemlilerinden olan Gılgamış mitinde, Gılgamış bir ağaçtan Tanrıça İnanna için taht yapmak üzere bir tahta parçası keser fakat bu tahta parçasını cehenneme düşürür. Can yoldaşı Enkidu, arkadaşının çok üzüldüğünü görünce tahta parçasını getirmek üzere yer altı dünyasına iner. Binbir güçlükle de olsa yeryüzüne geri dönmeyi başarır. Arkadaşını merakla bekleyen Gılgamış geri dönen Enkidu’ya yeraltı dünyasıyla ilgili sorular sorar, bilgi edinmeye çalışır. Sorduğu soru ve aldığı cevap örnek olması açısından anlamlıdır.

“Cesedi kırda bırakılmış olanı gördün mü?

Evet gördüm. Onun ruhu yeraltı dünyasında uyumuyor,

Rahat yüzü görmüyor.”

Görüldüğü gibi kendi ölümlülüğünün ve yaşamın geçiciliğinin farkında olan bu insanlar yaşamın sonlu oluşu karşısında duydukları korkuyu mitler ve hikâyeler anlatarak anlamlandırma gayreti içine girmişler. Yukarıdaki örnekte yer alan “Cesedi kırda bırakılmış olanı gördün mü?” kısmı ayrıca ölü gömme ritüellerinin ya da cenaze törenlerinin neden tüm toplumlarda ortak bir uygulama olduğunu göstermesi açısından da önemlidir.

Toplumsal bilinçdışının dile getirilen diğer anlatıları da masallar ve halk hikâyeleridir. Mitlerden farklı olarak masallar dinsel öğeler barındırmayan, inancın dışında aktarılması gereken kültürel içeriği kuşaktan kuşağa aktarma görevi üstlenirler. Masalların konusunu daha çok sosyal yaşam içerisinde gerçekleşen önemli olaylar oluşturur.

İster mitler şeklinde ister masallar ya da halk öyküleri şeklinde olsun, bu anlatıların her biri, bir aradalığın pekiştirilmesi, sosyal düzenin korunması ve eğitim gibi işlevlerinin yanı sıra, dilin sınırları dahilinde kültürel değerleri nesiller boyunca aktarmayı başarmıştır. Tüm bu anlatma biçimlerinin binlerce yıl önce başlayan yaşamları her dilde, zamanda ve kültürde değişimlere uğrasa da özünü kaybetmeden yaşamaya ve aktarılmaya devam edecektir. Bu yanlarıyla, insan olarak geçmişimizi anlamlandırmak ve geleceğimizi yönlendirmek açısından önemli bir yerde dururlar. 

Sonuç olarak diyebilliriz ki insanın tarih boyunca tüm bu masallar mitler ve hikâyeleri anlatmaktaki en temel amacı “yaşamın ölümlü ve geçici doğasını dilin ölümsüz ve kalıcı doğasında” çözmeye çalışmaktır.

Kaynaklar:

İsmail Gezgin - Homo Narrans

Mehmet Şükrü Nar - Günümüz Toplumunda Mitler: Anadolu Halk Efsaneleri Üzerine Genel Bir Değerlendirme