Tüm Zamanların En Sıra Dışı Ölümleri
İrem Kayakuş
10 Eylül 2023
Francis Bacon

Sonsuz olasılıkla çevrili hayatlarımızda yalnızca tek bir kesinlikten söz edebiliyoruz, o da hayatlarımızın ölümle sonuçlanacağı gerçeği. Dünya üzerinde ölümlü olduğunu bilerek yaşayan tek tür olmanın ayrıcalığıyla, ölüm gerçeğiyle en çok ilgilenenler, kaçınılmaz şekilde hayatta olanlar. Şimdiye dek geri dönüp kendi deneyimlerini bizimle paylaşan kimse de olmadığına göre, bu yerinde bir ironi gibi görünüyor.

Tüm yaşamımız boyunca gerçekten sahip olduğumuz tek şey zamandır. Ne kadar zamanımız olduğunu da hepsi tükenene kadar bilmeyiz. Dünyaya geliş şeklimiz aşağı yukarı benzer olsa da, dünyadan ayrılış şeklimiz son derece kişiseldir.   

Özellikle, şöhretli insanlar söz konusu olduğunda yaşamlarını merak ettiğimiz gibi, eğer hayatta değillerse, nasıl öldüklerini de merak ederiz. Birazdan, yaşamları boyunca bilim, siyaset, müzik, sanat gibi çeşitli alanlarda eserler bırakmış insanların sıra dışı ve birbirinden tuhaf dünyadan ayrılış hikâyelerine tanık olacaksınız. Sizin başınıza da gelmeden önce, yaşamınızın keyfini çıkarın.

Bir tavuğun içini karla doldururken ölen bilim adamı: Francis Bacon

Francis Bacon, 22 Ocak 1561’de Londra yakınlarında, o dönem malikanelerle çevrili Stand Yolu üzerinde bulunan York House’da Kraliçe I. Elizabeth'in adalet bakanı Nicholas Bacon'ın oğlu olarak dünyaya geldi. Aristokrat yaşamıyla henüz çocukken tanışan Bacon, daha 12 yaşındayken, Cambridge Üniversitesi Trinity College’da eğitim almaya başladı. Burada felsefeyle tanıştı. Eğitim programı Orta Çağ ağırlıklıydı ve Latince dersler alıyordu.

Öğrenmeye duyduğu istek ve doymak bilmez merakı, başına büyük dertler açacak olsa da, Trinity College’da eğitimi sürerken Kraliçe Elizabeth’le tanışan genç Bacon, keskin zekâsıyla Kraliçe’yi de etkilemeyi başarmıştı. 15 yaşına geldiğinde İngiltere’nin Paris Büyükelçisinden bir iş teklifi aldı. Eğitimini yarıda bırakarak Fransa’ya gitti. Bu seyahatler sırasında rutin diplomatik görevler yerine getirirken dil, devlet idaresi ve medeni hukuk alanlarında çalışmaya devam etti. 1579’da babasının ani ölüm haberini alana kadar Fransa’da Kraliçe adına diplomatik mektuplar kaleme aldı.

Babasının ölümünün ardından İngiltere’ye döndüğünde, yarıda bıraktığı Hukuk eğitimini tamamlayarak, avukatlık yapmaya başladı. Avukatlık mesleği devam ederken bir taraftan da siyasi kariyeri için çalışıyordu. Çalışmalarının karşılığını alması uzun sürmedi, 1584’te liberal bir reformcu olarak parlamentoya seçildi ancak kamu kariyeri parlementonun 23 ayrı yolsuzluk suçlamasıyla sona erdiğinde, davranışının gevşek olduğunu kabul edecek ama hediyelerin kararını etkilemesine asla izin vermediğini ve zaman zaman kendisine para ödeyenler aleyhine de hüküm verdiğini söyleyecekti. 

Artık kamu görevini sürdüremeyecek olsa da, bu ele avuca sığmaz adamın yaptıkları tek bir alanla sınırlı da değildi. Devlet adamı görevinin yanında bir düşünür, yazar ve bilim insanıydı. Hatta çağdaşı William Shakespeare’in eserlerinden birkaçının aslında Bacon’a ait olduğunu söyleyenler bile oldu. Yine yaşadığı dönemin yaygın bilimsel görüşünün aksine, doğadaki olayları dikkatle gözlemleyerek edinilecek bilginin, bilimsel bilginin temelini oluşturduğu görüşünü savunmaktaydı. Bu yönüyle, günümüzde ampirizmin babası kabul edilir. 

1626 yılının Nisan ayında ise Bacon’ı oldukça tuhaf bir ölüm bekliyordu. Doktor bir arkadaşıyla çıktıkları seyahatte, yol üzerindeki kalın kar tabakası Bacon’un içindeki bilim insanını yeniden uyandırmıştı: Acaba kar da etin bozulmasını tuz kadar iyi önleyebiliyor muydu?

Bu merakını gidermek için harekete geçti ve bindikleri at arabasını yakınlardaki bir evin yanında durdurdular. Bacon, evin sahibesinden yeni kesilmiş ve içi boşaltılmış bir tavuk aldı. Dondurucu soğukta tavuğun içini karla doldurmaya başladı. İşlem oldukça uzun sürmüş, bu sırada Bacon’da bir hâyli soğuğa maruz kalmıştı. Yanlarına tavuğu da alarak yolculuklarına bir süre daha devam ettiler ve arkadaşları olan bir Lordun şatosuna konuk oldular. Durumu gittikçe kötüleşen Bacon’a Lordun hizmetkarları ne kadar iyi baktıysa da Bacon iyileşemedi. 9 Nisan 1626 günü bronşit sebebiyle öldü ama ölümüne neden olan garip tavuk deneyi onun haklı olduğunu gösteriyordu.

Ayağına baton saplandığı için ölen opera şefi: Jean Batiste Lully

Fransız Barok müziğinin yaratıcı olarak tanınan Jean Baptiste Lully 29 Kasım 1632’de Floransa’da doğdu. Henüz çocukken ilk müzik derslerini aldığı Fransız rahip ona ilk olarak gitar çalmayı öğretmişti. Ama üstün yetenekli Lully, kendi kendine keman çalmayı ve bale yapmayı da öğrendi. 1646’da bir karnavalda keman çalarken Fransiz Guise Dükü’nün oğlu tarafından keşfedildi ve evinin insanları arasına katılmak üzere Fransa’ya davet edildi. Sonraki beş yıl boyunca Fransız Düşesi’nin yanında hizmetkâr olarak çalıştı. Aynı zamanda Düşes’e İtalyanca dersleri veriyordu. Bu yıllarda, Fransız org ve keman ustası Nicolas Métru’den müzik teorisi dersleri alarak sanatını geliştirmeyi sürdürdü. 20 yaşına geldiğinde mükemmel bir besteci, kemancı ve dansçı olmuştu.

1652’de kendisi de bir müzik ve bale düşkünü olan, Fransa Kralı XIV. Luis için Versay Sarayı’nda çalışmaya başladı. Saray baleleri için yaptığı vokal ve enstrümantal müzik, onu giderek vazgeçilmez hâle getiriyordu. 21 yaşında “Kralın Enstrümental Bestecisi”, 30 yaşına geldiğindeyse “Kraliyet Ailesinin Müzik Ustası” olmuştu. Çok geçmeden Fransız vatandaşlığına kabul edildi ve kendisi de Versay sarayında oyun yazarı olarak görev yapan Molière’le birlikte “Zoraki Evlenme”, “Aşk Doktoru”, “Kibarlık Budalası” gibi önemli eserlerde, ortak çalışmalara imza attılar. Lully’nin müziği ve kareografileri o zamana kadar hâkim olmuş yavaş ve görkemli hareketlerin yerine, daha hızlı ritimler ve canlılık içeriyordu. Molière’le birlikte yaptıkları çalışmalarla, ileride bir Fransız sanat geleneği hâline gelecek olan komedi-bale türünü oluşturdular.

Geçen zamanın etkisiyle Kral baleye olan ilgisini yitirdiğinde, Kral için opera bestelemeye yöneldi. 8 Ocak 1687’de Kral’ın ağır bir hastalıktan kurtulmasını kutlamak için yeni bestesi “Te Deum”un açılışında 150 müzisyen ve şarkıcıyı yönetiyordu.

O günlerde orkestra şefleri bugünkü gibi küçük, hafif batonlardan kullanmazlardı. Oldukça büyük, ağır batonları yere hızla vurarak tempo tutar, orkestrayı bu şekilde yönetirlerdi. Kutlama akşamı Lully, yeni eserini büyük bir hevesle yönetirken, batonun sivri ucunu ayak parmağına sapladı. O sıra durum ciddi görünmemişti fakat zamanla ateşi yükselmeye başladığında, enfeksiyon kapan parmağın kangren olduğu anlaşıldı.

Doktorlar parmağı kesmek istediler fakat Lully buna yanaşmıyordu. Birkaç hafta sonra, hayatta kalabilmesi için tüm bacağının kesilmesi gerekiyordu. 54 yaşındaki Lully, yine reddetti. Kalan işlerini sakinlikle hallediyordu. Servetini ailesine bıraktı. Hizmetkarlarına, opera çalışanlarına ve yoksullara da bir şeyler bıraktı. Hiçbir zaman çok dindar olmasa da, bir papaz eşliğinde günahları için af diledi. Papaz ona samimiyetinin göstergesi olarak, son operasını yok etmesi gerektiğini söylediğinde sakince papaza masadaki çalışmaları işaret etti. Papaz hepsini yaktı. Papaz yanlarından ayrıldığında arkadaşına “Merak etme” diyecekti. “Bende ondan bir kopya daha var.” 22 Mart 1687’de talihsiz bir baton kazasının neden olduğu kangrenin tüm vücuduna yayılması sebebiyle hayatını kaybetti.

Fuları arabanın tekerleğine sıkışan ünlü dansçı: Isadora Duncan

Bugün modern dansın yaratıcısı olarak olarak kabul edilen bu eşsiz kadın, 26 Mayıs 1877’de bankacı bir babanın ve ev hanımı bir annenin dört çocuğunun en küçüğü olarak, San Francisco’da dünyaya geldi. Doğumundan kısa süre sonra anne ve babasının boşanmasının da etkisiyle Duncan’ın çocukluğu ve ilk gençlik yılları yoksulluk içinde geçti. Annesi ve kardeşleriyle beraber yaşadığı Oakland Kalifornia’da 6 yaşından 10 yaşına kadar okula gittiyse de eğitimine devam etmedi. Okulu fazla kısıtlayıcı bulmuştu. Daha 16 yaşındayken hiç ders almamasına rağmen içinden geldiği gibi, doğallıkla dans eden bu kızın bambaşka bir tutkusu vardı. Isadora ve üç kardeşi, bir süre bölgedeki çocuklara dans öğreterek para kazandılar. 

19 yaşındayken, Amerika’nın ilk tiyatro yönetmenlerinden Augustin Daly'nin New York'taki tiyatro topluluğununa katıldı. Aynı zamanda ünlü balerin Marie Bonfanti’den dersler de alıyordu. Çok geçmeden, katı bale rutininin de tiyatro topluluğundaki baskın hiyerarşi ve kuralcılığın da kendi özgür ruhuyla ve hayatta yapmak istedikleriyle uyuşmadığını anlayacaktı. Artık Amerika’da mutlu hissetmiyordu. 1898’de Londra’ya taşındı. İzleyen yıllarda oradan da Fransa’ya geçti.

Duncan, dansın kutsallığına öylesine büyük bir inançla bağlıydı ki, katı bale tekniklerinden, sınırlayıcı kurallardan tümüyle uzaklaşmak istiyordu. Ona göre, özgür ve doğal hareketlerden oluşan bir stille, her hareket bir öncekinden doğuyor ve bir sonrakini doğuruyor, organik bir akışla devam ediyordu. Dansı sadece bir eğlence aracı değil, yüksek bir sanat formu olarak gördüğünden, neşeyi olduğu kadar hüzünü de içermesi gerektiğine inanıyordu. Kendisine modern dansın yaratıcısı denmesi işte bu özgünlüğü sayesindedir. Antik Yunan’dan aldığı ilhamla, beyaz tunikler içinde sahneye çıkıyor ve çıplak ayaklarıyla dansını sergiliyordu. 

Profesyonel yaşamında olduğu kadar özel yaşamında da geleneksel standartların dışında duran Duncan’ın evlilik dışı üç çocuğu oldu. Sahne tasarımcısı Gordon Craig’den bir kızı, milyoner Paris Singer’dan bir erkek çocuğu vardı. 1913’te iki kardeş, Fransa’da, dadılarının bakımındayken, içinde bulundukları araba şöförsüz olarak hareket etti ve Seine Nehri’ne uçtu. Çocuklarını kaybetmek Duncan için çok yıkıcı olmuştu. İçinde bir çocuğun varlığına duyduğu özlem ne yaparsa yapsın dinmiyordu. 1914’te o dönem ilişkide olduğu, heykeltıraş Romano Romanelli’den bir erkek çocuk daha dünyaya getirdi fakat çocuk doğumdan kısa süre sonra hayatını kaybetti. 

1920'lerin sonlarına doğru Duncan, üç küçük çocuğunun ölümü nedeniyle ağır bir depresyona girdi, performans kariyeride tehlikedeydi. Duncan sevgi dolu, sosyal bir insandı. Sıkıntılar içinde olsa dahi arkadaşlarıyla görüşmeyi sürdürür, eğlenceli ortamlarda bulunurdu. Kendine has tarzından asla ödün vermiyordu. Uçuşan kıyafetleri boynundan eksik etmediği uzun fularlarıyla, insanları kendine hayran bırakmaya devam ediyordu.

14 Eylül 1927 gecesi arkadaşı Benoît Falchetto’yla yaptığı kısa bir yürüyüşten sonra, boynundaki ipek fularını dalgalandırarak, arkadaşının Amilcar CGSS marka üstü açık arabasına bindi. Fuların bir kısmının dışarıda kaldığını fark etmemişti. Araç harekete geçtiğinde uzun fuları saniyeler içinde arabanın tekerine dolandı ve Duncan’ı bir anda araçtan dışarıya sürükledi. Duncan oracıkta tekerleğe dolanan fularının boynunu bir anda kırmasıyla hayatını kaybetti.

Kardeşinin ölümüyle panikleyen siyam ikizi: Eng Bunker

Bugün yapışık doğan ikizlere “Siyam İkizleri” dememize neden olan ünlü yapışık ikizler, Chang ve Eng Bunker’dır. İkizler 11 Mayıs 1811’de Tayland’da (Tayland o zaman Siyam olarak biliniyordu) Çin kökenli bir babanın ve yarı Çinli, yarı Taylandlı bir annenin çocukları olarak dünyaya geldiler. Birbirlerine göğüslerinin alt kısmından 13 cm kalınlığında ve 25 cm genişliğinde güçlü bir ligmentle bağlıydılar. Bu güçlü ligment onları, üçüncü bir kol gibi yüz yüze tutuyordu. Dünya çapında tanınmalarına sebep olan bu üçüncü kolları, zamanla esneyecek ve neredeyse yan yana durmalarına olanak sağlayacaktı. 

O dönem İngiltere ve Tayland arasında ticaret yapan Robert Hunter, bir gece Chao Phraya Nehri’nde yelken açmış ilerliyordu. Gece karanlığında önündeki silüetin tuhaf bir hayvana ait olduğunu düşündü. Aslında, Chang ve Eng kardeşler nehirde yıkanmaktaydılar. Yaklaştıkça bu garip silüetin birbirine bağlı iki insan olduğunu anlayan Hunter, ikizleri Batı’ya tanıtmanın fırsatlarını kafasında tartmaya başlamıştı bile. Takip eden günlerde, ikizler ve ailesiyle arkadaş oldu. Onları İngiltere’ye götürmek için aileden ve Tayland Kralı’ndan izin istedi.

1829 yazında birlikte Boston’a yelken açtılar. Hunter daha sonra onları New York ve Londra’ da sergiledi. Bu gün “American Horror Story” dizisiyle hayatlarımızda yeniden yeri olan “Freak Show” kavramı 1800’lü yılların Avrupa ve Amerika’sında yaygın eğlence anlayışlarından biriydi. Gösterilerde fiziksel anomalilerle doğmuş insanlar halkın karşısına çıkartılır ve çeşitli performanslar sergilerdi. İkizler de bu gösterilerde doğuya özgü, egzotik kıyafetlerle süslenerek daha da göz alıcı hâle geliyor ve çeşitli performanslar sergiliyorlardı.

Sahne dışındaysa Chang ve Eng taban tabana zıt iki bireydi. Soldaki Chang Eng’den 2,5 cm daha kısaydı, gürültücü, konuşkan ve şakacıydı. Çok içer, çok sarhoş olur, sabahlara kadar naralar atardı. Chang ne kadar içerse içsin, Eng aralarındaki bağa ramen ayık kalmayı sürdürürdü. Biri hasta olduğunda diğeri hastalıktan etkilenmezdi. Nabızları bile farklı tempodaydı. Kendi aralarında sürekli birine bir şey olsa diğerinin nasıl hayatta kalacağına dair şakalar yaparlardı. Yine de, doktorlar ikizlerin hangi iç organlarını ve damarlarını ortak kullandıklarından emin olamadıkları için ayırma ameliyatını sağ atlatabileceklerinin garantisini veremiyorlardı.  

Amerika ve Avrupa’nın çeşitli bölgelerinde yüzlerce gösteriyle geçen on yılın ardından ikizler 1839 yılında emekli olarak, Kuzey Carolina’da bir çiftliğe yerleştiler. Dört sene sonra ise ikizler, Sarah ve Adelaide Yates adlı iki kardeşle evlendi. Evlilikleri, doktorlar ve popüler basın tarafından ilgiyle karşılandı ve toplam yirmi bir çocuk dünyaya getirdiler. Çocuklardan 10’u Chang ve Adelaide’in, 11’i Eng ve Sarah’nındı. Bu geniş aileyi geçindirebilmek için yıllar sonra tekrar sahnelere dönme kararı aldılar. 1870’te çıktıkları Avrupa turnesinden dönmek üzere bindikleri gemide Chang felç geçirdi. Felç sağ tarafına, kardeşine yakın olan tarafına inmişti. Sağlığı iyi olan Eng de kardeşi iyileşene kadar onun yanında yatmak zorunda kaldı.

1874 yılının ocak ayında bir gece yarısı, Chang kardeşini uyandırdı. Göğüs ağrılarından şikayet ediyordu. Ateş yakıp ısınmak istedi. Eng buna gönülsüzce razı oldu. Aradan iki saat geçmesine rağmen Eng, kardeşini uyumaya ikna edememişti. Chang hâlâ göğüs ağrısından yakınıyor, uzanınca daha kötü olduğunu söylüyordu. Sabaha karşı, Eng’in 18 yaşındaki oğlu ikizleri kontrol etmeye geldiğinde, babasının derin uykuda olduğunu fakat amcası Chang’ın ölmüş olduğunu gördü. Hemen babasını uyandırıp, Chang’ın öldüğünü söyledi. Yıllardır bunun olmasından korkan Eng, bağırarak ağlamaya başladı. Bir yandan titrerken bir yandan arka arkaya “Ben gidiyorum,” diyordu. Durmaksızın vücudundaki ağrılardan yakınıyordu. Karısı ve çocuklarından ellerini ve bacaklarını ovmalarını istedi. Kısa süre sonra boğuluyor gibi hissetmeye başladı. Doğrulup oturmaya çalıştı ama sırt üstü düştü. Kolunu ölü kardeşine sararak komaya girdi, bir saat sonra da öldü.

Yapılan otopside, Chang büyük ihtimalle beynindeki kan pıhtılaşmasından ölmüştü. Öte yandan Eng’in ölüm nedeninin Chang’daki hastalıktan kaynaklanmadığına da karar verdiler. Eng, kardeşi öldükten sonraki kısa yaşamında, benzer belirtilerin hiç birini göstermemişti. Eng, kardeşinin ölümünün ardından yaşadığı şokla, yalnızca panikten dolayı ölmüştü.

Kaynak
İrem Kayakuş

Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyoloji Bölümü mezunu, eski reklamcı, psikoloji meraklısı, bibliofil, gerçek suç düşkünü.