1943 yılının kışında, Auschwitz toplama kampında 600 kadar esir, her an ölüm korkusuyla kötü şartlar altında yaşıyordu. Açlık, acı, işkence ve ölümle dolu bu kampta pek çok tutsak sefalet içinde ölürken, birçoğu da tüm bu ızdıraplara rağmen hayatta kalma mücadelesi veriyordu.
Bu noktada şu soruyu kendimize sorabiliriz: Bir insan ne zaman biteceğini bilmediği bir acı içindeyken yaşamayı nasıl ve neden tercih eder?
Nörolog ve psikiyatr Viktor Emil Frankl, milyonlarca Yahudi gibi Naziler tarafından inşa edilen toplama kamplarına gönderildi ve hayatının belirli bir döneminde tutsak olarak yaşadı. Frankl kampta yaşadığı günler boyunca ailelerini, sevdiklerini, işini kaybeden; kısacası kaybedecek hiçbir şeyi olmayan bu tutsakların davranışlarını inceledi.
Kampta intihar vakaları çok sık rastlanan bir durumdu. Neden bazı tutsakların acıya, işkenceye dayanamayıp intihar ettiği ve neden diğer tutsakların tüm acılara rağmen hayatta kalmayı seçtiği üzerine yaptığı analizler ve gözlemler sonrasında vardığı sonuç onu Friedrich Nietzsche’nin şu sözüne götürdü:
“Yaşamak için bir nedeni olan insan her türlü nasıla katlanabilir.”
Özellikle acıyla karşı karşıya kalındığı durumlarda, insan için her şey anlamsız gelebilir. Acının anlamsızlaşması, yaşamın insan için hiçbir anlam ifade etmemesiyle sonuçlanır. Buna karşın, mutluluğun övülmesi ve mutsuzluğun utanılacak bir durum olarak görülmesine karşıdır Frankl. Çünkü yaşadığımız ızdırap, bazen hayattaki amacımızı bulmamıza yardımcı olabilir. Burada tabii ki yaşamda ancak acıyla anlam bulunabileceğinden söz edilmiyor. Sadece hayat bize ne getirirse getirsin, temel amacımızın anlam bulmak olması gerektiğinden bahsediliyor.
Viktor Frankl, İnsanın Anlam Arayışı kitabında kıdemli blok bekçisi ünlü besteci F. ile yaşadığı bir anıyı anlatır.
F. bir gün Frankl’a gelip bir rüya gördüğünü söyler. Rüyasında savaşın 30 Mart’ta onun için biteceğini görmüştür. F. bu rüyaya o kadar çok inanmıştır ki günlerini umutla tüketmiştir; ta ki o gün yaklaştığında hiçbir çıkış şanslarının olmadığını anlayana kadar. Özgür kalacağını düşündüğü tarihe yaklaştığında savaşın bitme ihtimalinin bile olmadığını acı bir şekilde fark eder ve 31 Mart’ta hayatını kaybeder…
Frankl, arkadaşının beklediği özgürlüğün gelmeyeceğini kesin bir şekilde anladığı anda onun yaşadığı bu büyük hayal kırıklığının, gelecek umudunu ve yaşama arzusunu felç ettiğini ve bunun da direncini düşürerek onu hastalığa ittiğini anlatır.
Hayatın anlamını ve umutlarını tamamen yitiren bir insanın yaşamdan nasıl vazgeçeceğinin hikâyesidir F.’nin hikâyesi.
Kampta Noel yaklaştıkça iyi bir haber alamayan tutsaklar, büyük bir hayal kırıklığı yaşamış ve yaşadıkları bu hayal kırıklığı dirençleri üzerinde negatif bir etki yapmış. Sonuç olarak o dönem çok sayıda tutsak çeşitli hastalıklara yenik düşerek ölmüş.
1994 yapımı Esaretin Bedeli (Shawshank Redemption) filminde hapishanede bir mahkum olan Andy’nin, kütüphanede görevlendirilmesiyle, özgürlüğü elinden alınsa ve bu acının ne zaman biteceğini bilemese bile, yıllar boyu nasıl umutla çalışmaya devam ettiğini hatırlayalım. Andy’nin hayattaki amacı, eyaletin en iyi kütüphanesini Shawshank Hapishanesi’ne kurmaktı. Suçsuzluğunu ispatlayamayarak müebbet cezası alan Andy’nin hapishanedeki bu yıllarını anlamlı bir işe dönüştürmesi, umuda ve inanca dair en güzel örneklerden biridir.
Andy ızdırapta anlam bulmuş ve hayatın ona yüklediği sorumluluğu almış, müebbetle yargılanmasına rağmen geleceğe umutla bakabilmiştir. Frankl kitabında Andy’nin yaşadığı bu duygu durumunu açıklar. Hayata yönelik tutumumuzun değişmesi gerekmektedir. Çünkü hayat daima sorunlarla ve acılarla doludur. Frankl’ın da dediği gibi:
“İnsanın özgün fırsatı, yükünü taşıma biçimindedir.”
Frankl, intihar etmeyi düşünen fakat sonrasında bu düşüncelerinden vazgeçen iki kişinin hikâyesini anlatıyor kitabında. Hikâye, bu iki kişinin geleceğe dair umutlarının olmadığını dile getirmesiyle başlar ve umudunu tamamen yitirmenin sonunda intihar anlamına geldiğini Frankl çok iyi bilmektedir.
Frankl, umutsuzluğa düşen ve intihar eğilimindeki bu kişileri düşüncelerinden vazgeçirmek için onlara çeşitli sorular sorduğunu anlatır. Bu sorular sonucunda onlara gelecekle ilgili sorumluluklarını hatırlatmayı ve onları bir hedefe yönlendirmeyi amaçlar.
Frankl, ilk kişi ile konuşurken başka bir ülkede yaşayan bir çocuğunun olduğunu öğrenir. Çocuğuna babalık yapacak başka bir kişi olmayacağı için hayatın ona yüklediği bu sorumluluğun farkında olması gerekmektedir. Adam bunu fark ettiği anda, artık hayata karşı tavrı tamamen değişmiştir. Hayat ona babalık sorumluluğunu yüklemiş ve oğluna duyduğu sevgi onu yaşama bağlamıştır.
İkinci kişi ise bir bilim insanıdır. Karşılıklı konuşmaları sonucunda, bu kişinin de yerine getirmesi gereken bir sorumluluğu olduğunu fark eder Frankl. Bu bilim insanı, bilimsel araştırmalardan oluşan bir dizi kitap yazmış fakat bunların hiçbirini yayımlayamamıştır. Hayatta kalmak ve kitapları yayımlamak onun en önemli hedefi ve sorumluluğu olmalıdır.
Nitekim, bu yarım kalan işini tamamlamak, bilim insanı için geleceğe tutunmasını sağlayan bir tutkal olur.
İki kişi için de hayatın anlamı artık açıktır ve geleceğe dair sorumlulukları artık onları yaşamaya motive eder. Kısacası: “Varoluşunun ‘neden’ini bilen insan, tüm ‘nasıl’lara katlanabilir hâle geliyordu.”
İnsanlık, “Hayatta neden varım?”, “Bu hayattaki amacım ne?”, “Hayatın anlamı nedir?” gibi sorularla meşgul olmaktadır. Bu sorulara cevap ararken bir keşiş gibi inzivaya çekilip günlerce meditasyon yapmamıza gerek olmadığını söyler Frankl. Çünkü Frankl’a göre hayatın anlamı kendi içinde kapalı bir sistemde değil, dünyada keşfedilmesi gereken bir olgudur.
İnsan olmak demek; dünyayla etkileşim halinde olarak, hayatın anlamını bu etkileşimler sonucunda keşfedebilmek demektir. Bu nedenle bireyler, hayatın getirdiği zorluklara karşılık verebilmek için sorumluluk almak durumundadır.
Kişisel sorumluluğa yapılan vurgu, Frankl’ın geliştirdiği logoterapinin temel anahtarıdır. Her birey, hayatının potansiyel anlamını gerçekleştirme konusunda sorumludur. Kısacası anlam kendi ruhumuzda keşfedilemez, dünyayla etkileşime girmeyi gerektirir.
Viktor Frankl, hayatın anlamını bulan bireylerin yaşamak için daha istekli olduğunu aktarırken, hayatın anlamını nasıl bulabileceğimize yönelik 3 temel yol sunmuştur:
Bireyler, kendileri dışındaki birine veya bir şeye hâlâ bir sorumluluk taşıdıklarını görebildiklerinde hayata daha inançla yaklaşırlar ve gelecekten ümitlerini kesmezler. Birçok insan, hayatın anlamını aniden gelen bir kavrayışla bulabileceğini düşünür ki Frankl, bu düşünceyi tamamen reddeder. Hayat, sorunlara yönelik cevaplar bulmak ve karşımıza çıkan problemleri aşmakla ilgilidir.
Şair Rainer Maria Rilke’nin şu dizeleri acıyla yüzleşmenin ve onun üstesinden gelmenin hayatın olağan akışında bir durum olduğunu özetler:
“Wieviel ist aufzuleiden! (Bitirilecek ne kadar çok acı var!)”