Tiran kavramı, genellikle hukuksuz olarak başa geçmiş, kanun tanımayan, kendi çıkarlarını ön planda tutan, elindeki gücü kötüye kullanarak halka zulmeden “tek adam” iktidarları için kullanılmıştır. Günümüzde de zorba, dediğim dedik tek adam iktidarları tiran olarak adlandırılmaktadır.
Tiranlar, yönetime el koydukları ilk zamanlarda halkın sevgisini ve desteğini kazanmaya çalışmış ve bu yönde icraatlarda bulunmuşlardır. Fakat zaman içinde güç zehirlenmesi yaşayarak kötü, çıkarcı, baskıcı yönetimleri nedeniyle halkın desteğini yitirmişlerdir.
Tiranların ve aristokratların iyice zıvanadan çıkması, orta ve aşağı sınıflara mensup halkın ezildikçe ezilmesi ve birtakım zenginlerin ise daha da zenginleşmesi, adil düzenin olmaması ve yasaların yalnızca aristokratları koruması gibi durumlar başta olmak üzere pek çok sebep neticesinde, Atina’da demokratikleşme hareketleri başlamıştır. Şimdi gelin, Antik Yunan’da bu demokratikleşme sürecinin nasıl işlediğine biraz daha yakından bakalım.
Atina siyasi ve ekonomik buhran içindeydi. Yönetim, tiranlar ve aristokrat sınıf arasında oyuncak olmuştu ve iyice bozulmuş ekonomi, zengin toprak sahiplerini daha da zenginleştirirken, çiftçileri ise ezdikçe eziyordu. Elinde küçücük bir toprağı kalmış olan yoksullar, zengin toprak sahiplerinden almak zorunda kaldıkları borçlar nedeniyle kendi topraklarına kira ödeyecek duruma geliyorlardı. Üstelik eğer kiralarını ödeyemezlerse, çocukları haczedilebiliyor ve borç kölesi olarak çalışmak zorunda kalıyorlardı. Bu borç sistemi nedeniyle Atina'daki topraklar birkaç zenginin elinde birikmeye başladı. Yoksulun canına tak ettiği ve daha fazla zenginleşemeyen diğer zenginlerin bu durumdan rahatsız oldukları noktada bir reform arayışına girildi. Böylelikle Atina demokrasisinin zeminini hazırlayan Solon, reform sürecinin başına getirildi.
Solon, tiran sistemini daima reddetmiş ve yaşam boyu adil olma önceliğiyle hareket etmiş güvenilir biriydi. Yani Atina'nın ihtiyacı olan kişiydi. Solon kendisine verilen büyük yetkilere dayanarak, eşi benzeri görülmemiş uygulamalarla Atina’da düzeni yeni baştan imar etti.
Öncelikle tüm borçları ortadan kaldırdı ve borç kölelerini serbest bıraktı. Ödenememiş borçlara karşılık teminat verilen toprakların hepsini eski sahiplerine iade etti. Oligarşik yönetim sistemini ve doğuştan gelen soyluluk unvanlarını kaldırdı. Çok acımasız cezalar içeren Drakon yasalarını kaldırdı. Zira bu yasalara göre insan öldürmenin de basit bir hırsızlığın da cezası ölüm olabiliyordu. Ayrıca bu yasalar aristokratlar tarafından kendi lehlerinde kullanılıyor, alt tabakaya eşit şekilde uygulanmıyordu. Solon’un kurduğu yeni düzen sayesinde insanlar artık kendi adaletini kendisi sağlamayacak, bir halk jürisinin karar vereceği mahkemelere başvuracaklardı. İşte Solon'un böyle cesur adımlarla temellerini attığı yönetim biçiminin ismi ileride “demokrasi” olarak anılacaktı.
Solon’dan sonra yaptığı yeniliklerle, bugün bilinen anlamda demokrasinin temellerini atan ve Atina demokrasisinin kurucusu sayılan kişi ise Kleisthenes’ti. Kleisthenes, zenginlik ve soyluluğun getirisi olan sınıf farkını ortadan kaldırmış ve toplumsal yapı üzerinde pek çok değişiklik yapmıştı. Hak, hukuk, eşitlik artık yalnızca toprak sahibi olan aristokratların birer ayrıcalığı olmaktan çıkmıştı.
Daha önceleri tiranların ya da aristokrat sınıfın yönetiminde yaşamış olan Atina halkı, Kleisthenes sayesinde yönetimde söz sahibi oldu ve yönetime doğrudan katılabildi. Bu durum ise demos (halk) ve kratos (yönetim) sözcüklerinin birleşiminden oluşan “demokratia (demokrasi)”yi doğurdu. 18 yaşında olan her erkek Atinalı’nın oy hakkını kullanabildiği, bürokrasiden uzak, politik partilerin bulunmadığı bir doğrudan demokrasi sistemi kurulmuştu. Ancak bugün anladığımız demokrasiden bir farkla: Köleler, yabancılar ve kadınlar ‘demos’ un dışında bırakılmış ve onlara söz hakkı tanınmamıştı.
Bu durumun bugün anladığımız demokrasi kriterleri ile taban tabana zıt olduğunu söyleyebiliriz. Ancak o dönemin şartlarıyla değerlendirdiğimizde, bu kadarının bile son derece büyük bir adım olduğu anlaşılacaktır. Neticede insanların kendi topraklarında köle edildiği, çocukların haczedildiği, aristokratların “herkesten daha eşit” olduğu bir düzende ve bir tiranın ya da soylunun keyfine göre yok sayılarak, zulüm altında yaşamışlar…
Bugünlere kolay gelmeyen Atina halkı, tiranlardan ve aristokratlardan illallah etmişti. Peisistratidlerin tiranlığının sona ermesinin ardından, aristokratların lideri olan Isagoras’ı deviren Kleisthenes, Atina’ya demokrasiyi getirmişti. Kleisthenes zorluklarla kurduğu bu düzenin bir kez daha tiranlarca kesintiye uğratılmaması için halk meclisine yetki vererek “çanak çömlek mahkemesi”nin kurulmasını sağladı. Peki nedir bu “çanak çömlek mahkemesi”, yani “ostrakismos”?
Çanak çömlek mahkemesi, bir devlet adamının kanunların öngördüğünden daha fazla güçlenmesi ve tiran olma isteğine sahip olduğunun sezilmesi hâlinde oylama yaparak o siyasetçiyi sürgüne yollama işlemiydi. Bu mahkeme yılda bir kez kurulur ve fazla güçlendiği düşünülen kişinin ismi, oy pusulası görevi gören bir çanak çömleğin (ostrakon) üzerine kazınarak oylama kutusuna atılırdı. Bir kişinin o dönemin tüm yurttaşlarının beşte birine denk gelen 6.000 oyu alması, 10 yıllık bir sürgüne gitmesi anlamına geliyordu. Sürgün edilen bu kişinin 10 yılı tamamlamadan Atina’ya dönmesinin cezası ise ölümdü.
Çanak çömlek mahkemesi bir süre uygulandıktan sonra kaldırıldı. Zira bu sistem aslında düzeni korumak amacıyla ortaya konmuşsa da zamanla yozlaşmış ve yönetimde bulunanların siyasal rakiplerini yok etme aracına dönüşmüştü. Tiranların uyandırdığı korku sebebiyle suistimale açık bu sistem bulunmuş, ancak kötü niyetli kişilerce bu kurum da yozlaştırılarak işlemez hale getirilmişti.
Peki bu durumdan bugün için bir ders çıkarmak mümkün mü? Bence evet. Öncelikle ilk akla gelen anlamıyla tiranların devrinin geçtiğini fark etmemiz gerekiyor. Antik çağlarda halkların başına bela olan tiranları o devirlerde bırakmalı; özgürlüğün, aklın, bilginin, bilim ve teknolojinin çağı olan günümüzde ‘tiranlaşmaya’ müsait kimseye fırsat vermemeliyiz.
Bunun için de çanak çömlek mahkemesini öncelikle “kendi içimizde” kurmamız gerekiyor. Bilgiye ulaşmanın bu denli kolaylaştığı çağımızda, önümüze sunulan hiçbir şeyi ezbere kabul etmemeli, hiçbir kişi ve kuruma körü körüne bağlanmamalı ve sürekli sorgulamalıyız. Aksi takdirde manipülasyonlara kurban gidebilir, sosyal medyanın yankı odalarında kaybolabilir ve tiranlaşan bir siyasetçiyi ya da herhangi birini hararetle savunurken bulabiliriz kendimizi.
Zorluklarla kazanılan hak, hukuk, özgürlük ve eşitlik kavramlarına verilen değerin her geçen gün arttığı, tiranların devrinin bir daha açılmamak üzere kapandığı ve içi boşaltılmamış, gerçek demokrasinin tam anlamıyla yaşanacağı nice günler dilerim…