1960’lardan önce, Güneş Sistemi’ndeki en umut verici uyduların bile koşulları yaşam için imkânsız olarak görülürdü.
O dönemde baskın görüş, yaşamın yalnızca çok hücreli organizmaların hayatta kalabileceği koşullarda var olabileceği yönündeydi. Yaşamın ortaya çıkması için su, 0°C ile 40°C arasında ılıman sıcaklık, nötr pH seviyesi, düşük tuzluluk ve güneş ışığı ya da eşdeğer bir enerji kaynağı gerekli kabul ediliyordu.
Ancak 20. yüzyılın ortalarında, mikrobiyolog Thomas D. Brock, Yellowstone Ulusal Parkı’ndaki sıcak su kaynaklarında 70°C’nin üzerindeki sıcaklıklarda yaşayan bakteriler keşfetti. Bu keşif, o dönemde Dünya dışı yaşam arayışıyla doğrudan ilgili olmasa da, bilim insanlarının olasılıklarını genişletti.
O zamandan beri, ekstremofiller adı verilen organizmalar, Dünya’nın en zorlu ortamlarında bile keşfedilip durdu. Bu organizmalar, kutuplardaki buz çatlaklarından derin okyanusların yüksek basıncına kadar her yerde hayatta kalabiliyor. Hatta bazı bakteriler, bulutlarda asılı kalan küçük parçacıklara yapışarak, aşırı tuzlu ortamlar olan Ölü Deniz’de veya aşırı asidik nehirler gibi ortamlarda yaşayabiliyor. Bazı ekstremofiller ise yüksek radyasyona karşı direnç gösterebiliyor.
Ancak en şaşırtıcı keşif, bu canlıların içimizde de yaşadığının bulunması oldu.
1980’lerde Avustralyalı doktorlar Barry Marshall ve Robin Warren, mide ve onikiparmak bağırsağı ülserleri üzerinde çalışmalar yürüttü. O zamana kadar bu hastalık stres veya mide asidinin fazla salgılanmasına bağlanıyor, ancak bu bilgi tedaviye pek yardımcı olmuyordu.
Patolog olan Robin Warren, hastalardan alınan mide biyopsilerinde bakteriler keşfetti ve bu mikroorganizmaların hastalığın nedeni olması gerektiğini fark etti. Ancak, mide gibi aşırı asidik bir ortamda mikropların hayatta kalamayacağı düşüncesi yüzünden tepkilerle karşılaştı.
Warren, 1981 yılına kadar araştırmalarını tek başına sürdürdü. Daha sonra, Barry Marshall ile tanıştı ve ona, “Gastriti bir enfeksiyon hastalığına çevirmeye çalışan şu kaçık Warren ile birlikte çalışmak ister misin?” diyerek kendisine katılmasını önerdi.
2005 yılında, Barry Marshall ve Robin Warren, Helicobacter pylori adlı bakteriyi ve bunun mide hastalıklarındaki rolünü keşfettikleri için Nobel Fizyoloji veya Tıp Ödülü’nü kazandılar. Bu keşif, gastroenteroloji alanında büyük bir devrim yarattı.
H. pylori, düşmanca bir ortamda hayatta kalabilmek için olağanüstü yeteneklere sahiptir. Flagella adı verilen hareket organelleri sayesinde mide sıvılarında yüzerek mide duvarına ulaşır, koruyucu mukus tabakasını delerek kendini mideye tutturur.
Ayrıca, üreaz enzimi kullanarak mide içindeki üreyi amonyağa ve CO₂'ye parçalar, böylece çevresinde daha yüksek pH'lı bir mikro iklim yaratarak çoğalmasını sağlar. Sayıları arttıkça, mide dokusunu iltihaplandıran ve hasar veren ekzotoksinler salgılar. Bu süreç sonunda ülserlerin oluşmasına neden olur.
Bu keşif, yaşamın ne kadar dayanıklı olduğunu ve en zorlu ortamlarda bile var olabileceğini gösterdi. Kendi vücudumuzda bile, sirkeye benzer pH seviyeleri, tam karanlık, mide hareketleri, sindirim enzimleri ve yiyecek dalgaları gibi düşmanca koşullara rağmen hayatta kalan mikroorganizmalar bulunuyor.
Dünya’daki ekstremofillerin keşfi, evrendeki diğer gök cisimlerinde de zorlu koşullara rağmen yaşamın var olabileceğine dair umutları artırdı. Güneş Sistemi’ndeki buzlu uydular ya da keşfedilen 5.500 ötegezegenin birinde, belki de bizden çok uzaklarda, mikroorganizmalar varlığını sürdürüyor olabilir. Bugünün hayalini kurduğumuz Marslılar, belki de küçük yeşil yaratıklar değil, H. pylori gibi dirençli bakteriler şeklinde karşımıza çıkacaktır.
“Evrende en sevdiğim gök cisimlerinden biri kara deliktir” diyor astrofizikçi Regina G. Barber. Bu inanılmaz yoğun cisimler, etraflarındaki ışığın dahi kaçamadığı yü...
İnsanlar, modern bilimin karşısında bile gizemli kalan olağanüstü yeteneklere sahip geniş bir beceri yelpazesi sergilerler. Olağanüstü duyusal algılardan benzersiz bilişsel işlevle...